Ekonomik ve Mali Analiz

6 Şubat 2015 Cuma

Yatırım, ne uzmana ne de tanrıya bırakılmayacak bir İştir!

11:45 Posted by Hacker62 No comments
Yatırım
Ekonomi haberciliğimizin yetersizliği üzerine bir süredir yazdığımız yazılar, farklı çevrelerde, eleştirel bakış açısının üzerindeki ölü toprağının kalkmasına neden olmuş gibi gözüküyor. Bugün sosyal medyada dolaşan bir paylaşım şöyle diyordu: "Borsaların gelişimini o ülkedeki insanlar belirler. Sütlaç tarifi anlatan borsacıyı 20bine yakın kişi takip ediyorsa fazla söze gerek yok..." Atıfta bulunulan konu hakkında bilgi sahibi olmasak da medyatik bir analistin yemek programına katılmasının eleştirildiği sonucunu çıkarıyoruz. Konuyu toplumumuza özgü bir taraftarlık ihtiyacı içinde değerlendirirsek bu düşünceye katılır ya da katılmayız. Ama biraz düşündüğümüzde karşımıza çok çetrefilli bir konunun çıktığını görürüz: Uzmana duyulan güven!

Sosyal medyanın sunduğu soyut birliktelik koşullarındaki toplumsal bağlantıların yarattığı güven duygusu, insanlarda giderek gelişen bir inanç sistemi yaratır. Aslında yabancı olan bir uzmana karşı göreceli ve geçici olan bu güven ilişkisinin taraflar açısından irdelenmesi gerekiyor. Öncelikle hayatını finans ile kazanan bir analistin yemek programına katıldığında ne düşündüğünü sosyolojik olarak açıklamaya çalışalım. Kanımızca buradaki temel olgu, 20.yüzyılın ABD'deki en etkileyici sosyoloğu E.Goffman'ın deyimiyle uygar ilgisizliktir. Tıpkı birbirini tanımayan iki kişinin şehirde yürürken birbirlerine yaklaşıp geçip gitmeleri gibi. Birbirlerinin yanından geçen bu iki insanın sergiledikleri ilgisizlik, kayıtsızlık değildir. Kibar yabancılaşma olarak adlandırılabilecek bir davranıştır. Bu iki kişi birbirlerinin yanından geçerken karşılıklı olarak ışıkları söndürürler. Bu davranış düşmanca değildir. Yemek programına katılan analist açısından değerlendirdiğimizde ise kendini yeni bir yabancı olarak bize tanıtma derdinde olmaktır. Kendisine karşı kibar bir yabancılaşma ile yeni bir güven bekler. 

Sorun, sokaktaki insan için uzmana duyulan güvenin haklı mı haksız mı olduğu değildir. Sorun, uzman bilginin yarattığı risk ve faydanın sürekli bir kendini yaratma içinde olmasıdır. Yüzyıllar önce insanlar rahiplerin ya da büyücülerin kararlarını göz ardı edebilirlerdi ama bugün uzmanın bilgisi için aynı şeyi söyleyemeyiz. Tıpkı sallanan bir uçakta, uçak personelinin soğukkanlı ve kayıtsızca gülümseyen yüzünü aramamız gibi. O an uçaklarla ilgili tüm istatistikler unutulmuştur artık. İşte ekonomi analistine duyulan güvende de bu hayati kırılma vardır. Yani sokaktaki insanın kolayca ulaşma imkanı olmadığını düşündüğü ekonomi yorumları nedeniyle, ekonomi yorumcularını daima ekonomi programında görmek ister. Böylece kedisine duyduğu güvenin gerçek bir güven olduğuna inanarak rahatlar. Sütlaç tarifi açısından değerlendirdiğimizde ise sokaktaki insanın ekonomiye ne kadar uzak olduğunun bir göstergesidir analistin yemek programına katılımı. Çünkü ekonomiye yakın birisi için analistin evlilik programına bile katılması bir güven sorunu oluşturmaz. 

Aslında sütlaç tarifi yapan analistten sokaktaki insanın asıl talebi şudur: "Bize sütlaç yerine bu yorumları nasıl yaptığını anlat?" İşte uzmanın asıl rahatsızlığı buradadır. Çünkü analistler uyumlu olduklarını düşündükleri zihinsel yoğunlaşmaları ile yarattıkları yorumların yanlış bilgiler içerebileceğinin farkındadırlar. Çünkü herkesin bilebileceği gibi hiçbir bilgi o denli keskin; hiçbir çıkarım içine şans öğesi girmeden doğru çıkacak kadar kapsamlı değildir. Daha açık söylersek, eğer hastalar hastane odalarında ve ameliyatlarda yapılan hatalarla ilgili tam bilgi sahibi olsalardı; büyük olasılıkla birçoğu doktorlara güven duymazdı. 

Kısaca özetlersek sorun sütlaç tarifi meselesi değildir. Sorun bilgisizliğin her zaman biraz kuşku ve birazcık da tedbir için zemin hazırlamasıdır. Sokaktaki insanın bilgisizliği analisti günde yirmidört saat analiz yapmaya yönlendirir gibidir. Bunu göremediğinde ise sahip olduğu bilgisizlik onu kuşku ve tedbir güdüleriyle güvensizliğe iter. Bu nokta, sütlaç tarifi meselesinde olduğu gibi gerginlik zemininin oluştuğu noktadır. Bu nokta üç farklı davranış şekline sebebiyet verir. Ya sorunu kendisi çözer; ya kötümserliğe sokar; ya da sistemle olan tüm ilişkilerin koparılması sonucunu yaratır. Mesela bir tarihte olumsuz bir hisse senedi tecrübesi yaşayan biri bu üç tepkiden birini verecektir: Ya finansal okuryazarlığını arttıracak, ya hisse senetlerine karşı daima bir olumsuzlama içinde olacak, ya da hisse senetleri ile tüm ilgisini kesecektir. 

Finansal okuryazarlığın arttırılması gerekirken ülkemizde genel tepki nedense hep sistemle tüm bağları kopartmak ya da kötümserlik olmuştur. Bu tepki şekli maalesef yıllardır değişmemiştir; sütlaç meselesi ile de hala devam ettiği görülmektedir. O nedenledir ki, finansal okuryazarlığın önündeki en büyük engel "Yıllar önce hisse senedi aldım; çok zarar ettim; bir daha asla!" şeklindeki düşünce olduğu da asla unutulmamalıdır.

Kısaca özetlersek, diğer hiçbir şeye benzemeksizin, yatırım ne uzmana ne de tanrıya bırakılmayacak bir iştir!

İktisatçılarımız çıplaktır!

11:38 Posted by Hacker62 , No comments
iktisat
Klasik iktisat öğretisi bir şeyi gerçekleştirdiğinizde, vazgeçtiğiniz diğer şeylerin bir maliyeti olduğunu söyler. Buna da fırsat maliyeti der. Üniversitelerde İktisada Giriş adıyla öğretilen ilk ekonomi dersinde öğretilir. Diyelim ki saatine 100 lira kazanacağınız bir işi yapmayıp uyumayı tercih ederseniz, uyumanın fırsat maliyeti 100 lira olur. Çünkü 100 lirayı fırsata çevirmeyip maliyete dönüştürmüşsünüz demektir.

Öyleyse basit bir soru soralım. Diyelim ki Eric Clapton konserine bedava bilet kazandınız. Fakat o gece bir de Bob Dylan konseri var ve siz bir Dylan hayranısınız. Dylan konserinin biletleri ise 40 dolara satılıyor. Bu tutar size makul geliyor. Çünkü normal bir zamanda Dylan konserine 50 dolara kadar para verebileceğinizi düşünüyorsunuz. Nihayetinde kararınızı verdiniz ve Eric Clapton konserine gitmeyi seçtiniz. Böyle bir durumda fırsat maliyetiniz ne olur?

Eğer Dylan konserine gitseydiniz 40 dolar ödeyecektiniz. Bu konser için 50 dolar ödemeyi daha önceden göze aldığınız için cevap 50-40=10 dolar olacaktır. Görüldüğü gibi yanıt oldukça basittir. Fakat Paul Ferraro ve Laura Taylor adlı iki ekonomistin aklına garip bir fikir gelir. Bu soruyu, daha önce İktisada Giriş dersi vermiş 199 öğretim görevlisine sorar ve dört şık verirler:
a)0
b)10
c)40
d)50
Anlı şanlı iktisatçılardan sadece %21’i soruya doğru yanıt verir. Yanıtların dağılımı nasıl bir bilgisizlik içinde olduklarını deşifre eden türdendir. %25’i A şıkkı, %26’sı C şıkkı ve %28’i D şıkkı yanıtını vermiştir. İşte, her gün gazete, dergi ve televizyonlarda gördüğünüz, sosyal medyada yorumlarını izlediğiniz iktisatçılar aslında en temel iktisat konularını bile bilmezler. Şaka değil, kanıtı da yukarıda.

İktisat biliminin bu çöküşü 1940'larda geleneksel müttefikleri felsefe, hukuk, siyasi ve sosyal bilimlerden koparak matematiğe sarılması ile başladı. Ama ortaya çıkan her kriz iktisatçıların çıplak olduğunu herkese gösterdi. Çarpanlar, rasyonalite, etkinlik, korelasyon ve normal dağılım derken istihdam, tasarruf, servet yaratma, sermaye yaratma, vergi ve fiyatlar seviyesinde büyük çarpıklıklar ortaya çıkardılar. Ama bunları hiç önemsemeden, bugün hala insanların karşısına çıkıp ders verip ahkam kesiyorlar. Bugün gelinen noktayı iktisatçılar değil de sanki coğrafyacılar, eczacılar ya da rockçılar yaratmış gibi.

İktisatçılarımızın istihdam, tasarruf, servet yaratma, sermaye yaratma, vergi ve fiyatlar seviyesinde yarattığı 6 büyük çarpıklığı yeniden hatırlayalım:

1- İstihdam çarpıklığı
İşsizlik oranımızın %10'larda olduğu söyleniyor. Yani 24 milyon çalışan 3 milyon işsiz var. Geriye 50 milyon insan kalıyor. Peki bunlar nerede? 10 milyondan fazlası "yeşil kart" denen "her yöne 4 gigabayt" benzeri bir tarifeyle yaşıyor. Yani iş miş yok. Hal böyle olunca işsizlik oranımız ABD'den daha düşük çıkabiliyor. Gerçi onlar yeşil kart verdiklerini köle gibi çalıştırıyorlar ama neyse. İstihdam sorununu iktisatçılar değil de manifaturacılar mı eleştirecek? Açık söylüyorum, çıplaksın kardeşim.

2- Tasarruf çarpıklığı
Vatandaşların tasarruf yapmaması ekonomimizi olumsuz etkiliyormuş, o nedenle tasarruf yapmalıymışız, falan filan. Vatandaş 350 milyar liralık kredi borcu yaratırken neden hiçbir iktisatçı çıkıp bunu söylemedi? Çıplaksın da o yüzden.

3- Servet yaratma çarpıklığı
50 milyona yakın insanımız açlık sınırının altında yaşıyor. Servetin adaletsiz paylaşıldığı Meksika'dan sonra dünyanın en kötü ülkesiyiz. Ama sen çıkmışın, dünyanın %1'i servetin %80'ine sahip deyip hala ahkam kesiyorsun. Bu sorunu iktisatçılar değil de gırnatacılar mı yarattı? Çıplaksın çıplak.

4- Sermaye yaratma çarpıklığı
Dünyada 867 dolar milyarderi var, 32'si bizde. Yani her yüz dolar milyarderinin 4'ü bizde. Fakat dünyanın en büyük 500 şirketi içinde tek bir Türk şirketi bile yok. Sermayeyi kimlere ve nasıl verdiğimizi bugüne kadar eleştiren iktisatçı gördünüz mü? Bu çarpıklığı iktisatçılar değil de kaportacılar mı yarattı? Öyle bir çıplaksın ki.

5- Vergi çarpıklığı
2000'de 0,58 olan benzin şimdi 4,30 olmuş. Dolara vurursan 1 dolardan 2 dolara çıkmış. Ahali yandık diyor, senin sesin çıkmıyor. Vergi çarpıklığını turşucu mu eleştirecek? Çıplaksın kardeşim.

6- Fiyat çarpıklığı
1923'te 1 dolar 0,8 lira idi. Şimdi 2.400.000 lira. Altı sıfır atarsan 2,4 oluyor. Amerikalılar son yüzyılda dolar %95 değer kaybetti diyor. Doğruysa senin değer kaybın iki katına çıkar. Bu sefaleti iktisatçılar değil de terziler mi yarattı? Çıplaksın çıplak.

Ama iktisatçılara sorsan hep siyasilerin suçu. Siyasetçilerle sarmaş dolaş olduklarını asla söylemezler. Sonra kalkıp yok bütçeymiş, yok politika faiziymiş, kitaplardan kopyaladıkları bilgileri servis ederek ahaliye ders vermeye kalkarlar. Ahali neden fakir diye anlatarak zengin olurlar. Farzettiklerini varsayarak televizyonlarda demeç verirler, ama hakikatin ne olduğuna hiç dikkat etmezler. Doları, altını sorsan sinirlenip biz sınırlı kaynakların dağılımıyla ilgileniriz, böyle saçma sorular sormayın derler. Çoğunun, İşletme bölümlerine puanı tutmadığı için İktisat okumak zorunda kalanlar olduğu söylenir şakayla karışık. Onlar da her 3 krizden 5'ini doğru bildik diye espri yapıp kendi kendilerine kahkahayla gülerler.

Kısaca söyleyeyim, gelinen bu nokta itibariyle iktisatçılarımızın ne yazacak ne söyleyecek sözleri vardır. Yazdıklarını kendilerine yazsınlar. Ya da günlük tutsunlar. Zamanı, modası ve gerçekliği geçmiş sözleri kimseye hiçbir şey vermez. Ülkemiz iktisatçıları için söylüyorum, dışarıdakiler alınmasın: Çıplaksınız kardeşim!

6 adımda Merkez Bankasını eleştirme kılavuzu!

11:32 Posted by Hacker62 , , , No comments
Son günlerin ana eleştiri konusu Merkez Bankası. Politikalarını eleştirmeyen kalmadı. Devlet yöneticilerinden şirket yöneticilerine, televizyon yorumcularından sosyal medyaya herkes Merkez Bankasını eleştiriyor. Bağımsızlığı, faiz kararları ve politikaları herkesin ağzında sakız. Bugün bizim "berber" bile sosyal medyadan tweet atmış, Merkez Bankası yanlış yapıyor diye. Hal böyle olunca ahaliye biraz yardım edelim dedik. Merkez Bankasını eleştirmek isteyenlere yol yordam gösterelim istedik. 

Her yaştan insanın rahatlıkla Merkez Bankasını eleştirebilmesi için bir kılavuz oluşturduk. Aşağıdaki 6 yöntemi kullanarak siz de kolaylıkla Merkez Bankasını eleştirebilirsiniz. 

1- Para basmazsan basma, senin parana kalmadık!
Senin piyasalara süreceğin paraya hiç ihtiyacımız kalmadı. Sağolsun, Avrupa Merkez Bankası(ECB) ile ABD Merkez Bankası (Fed) durmadan para basıp piyasaları rahatlatıyorlar. Onlar bastıkça bizim burada yağlarımız eriyor. Borcumuz azalıyor, cari açığımız düşüyor, paramız değer kazanıyor. Daha ne olsun?

2- Faizi düşürmezsen düşürme!
Canını sıkmak gibi olmasın ama bizim halkımız %100'lerle borçlanmaya alışıktır. Bugünkü %10-15'ler ona sinek vızıltısı gelir. %15'ten kredi ver, dünyayı satın alacak milyonlar bulursun bu ülkede. Sen şimdi kalkmışsın, yarım puan düşürsem mi, düşürmesem mi diye kafa yoruyorsun. 1,3 trilyon kredi çekmişiz bankalardan, faizi yüksek bulsak çeker miydik sence? Keyfin bilir, düşürmezsen düşürme! 

3- Banknot üretmezsen üretme!
Valla, ne yalan söyleyeyim, banknota kimsenin ihtiyacı kalmadı. Maaşlar yatar yatmaz kiradır, kredi kartıdır, kredi taksididir derken hesapta para kalmıyor. Kalan bozukları alıyoruz gerçi ama, sırf bu yüzden 200 liralık banknot basmana gerek yok. Her on kişiden 200 liralık banknot gören bir kişi çıkar mı acaba? Ya da 200 liralık banknotu görünce tanıyan? Peki ya üzerinde kimin resminin olduğunu bilen? Dur bir ipucu vereyim: "Bir sen kalmışsın, bir de yaradan; sen de çekil aradan; kalsın yaradan!" Cevap para ya da Merkez Bankasıdır diyorsun, mantıklı cevap ama doğru değil; doğrusu Yunus Emre olacaktı.

4- Fiyat istikrarını sağlamazsan sağlama!
Sen ne dersen de, bizim halkımız domatesi bu hafta 1 liradan, gelecek hafta 5 liradan almaya alışıktır. %500 fark onun gücüne gitmiyorsa, senin hiç gitmesin. Petrol fiyatları bile %50 düşerken, her şeyin fiyatı da ona bağlıyken, senin yaratacağın fiyat istikrarına pek ihtiyacımız kalmadı. Çin'den telefonu, tekstili, ucuz buğdayı da aldık mı fiyatlar öyle bir istikrara kavuşur ki, evelallah dünyaya istikrar bile ihraç ederiz.

5- Bankaların son kredi mercii olmazsan olma!
Bankaların son kredi merciiymişsin; sıkışınca hepsi sana gelirmiş... Gücüne gitmesin ama, bankalarımızın hepsi yabancıya satıldı. Sıkışırlarsa kendi ülkelerinin merkez bankaları senden önce yardıma koşarlar. Hatırlarsın Fortis adında bir banka vardı bir zamanlar, batıyordu. Sen daha ne oluyor demeden, kendi merkez bankası "Hızır" gibi yetişti mübarek. Ne yalan söyleyeyim, ben zaten merkez bankasının zeki ve çevik olanını severim. 

6- Büyümeyi sağlamazsan sağlama!
Şu aralar senin büyüme planlarına hiç ihtiyacımız yok. Apartman, site, AVM, havaalanı derken zaten büyüyüp duruyoruz. Yine büyüyemedik kentsel dönüşüm yaparız. O da yetmedi, yıkıp yeniden yaparız. Yani sonuçta kesinlikle büyürüz. Bize büyümek için inşaat yeter!

Bu yazıyı ciddiye alanlar olabilir, o nedenle hemen söyleyelim, bu yazı sadece karamizah olsun diye yazıldı. Merkez Bankasının politikaları, bilgi ve değerlendirme kudreti yeterli olmayan sokaktaki vatandaş tarafından tartışılmaya başlandıysa, bir sonraki hareketin ne olacağını düşünmek bile üzücüdür. Yazık!

Askerden kaçalım derken profesör olduk!

11:29 Posted by Hacker62 , , No comments
1996 yılında bir grup bilim insanı 2000 yaşlı Finlandiyalı üzerinde bir araştırma yaparlar. Amaçları sağlıklı düşünme ile uzun ömürlülük arasında bir ilişki olup olmadığını görmektir. Katılımcılar üç gruba ayrılır; gelecekten ümitsiz olan karamsarlar, gelecekten beklentileri olan iyimserler ve iyimser ya da kötümser olmayan nötrler. Araştırma 6 yıl sürer. Sonuçlar şaşırtıcıdır. Karamsarların kanser, kalp rahatsızlığı ve kaza sonucu ölme olasılığı nötrlere göre daha yüksektir. İyimserler ise diğer iki gruptan daha düşük bir ölüm oranı sergilemişlerdir.

Gerek doğum gerekse ölüm doğu kültürlerinde alınyazısıyla ilişkili görüldüğünden bu konularda araştırma yapan bilim adamları pek olmaz. Yapanı da döverler mutlaka. Hal böyle olunca biz de alınyazısı der geçeriz. Peki ama gerçekten öyle mi, ne dersiniz?

Bu konunun retorik tartışmasına girecek değiliz. Sosyal bilimlerdeki geri kalmışlığımızı açıklamak o kadar da kolay değil maalesef. O nedenle sadece bazı verileri ortaya koyarak konuyu dikkatinize sunacağız, hepsi o.

Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) yayınladığı 2001 ila 2013 arasındaki doğum ve ölüm istatistiklerini yıllar ve aylar itibariyle inceledik. İşte bu istatistiklerden elde ettiğimiz sonuçlar:

Yıllar itibariyle en çok doğum olan aylar:
2001; Ocak
2002; Ocak
2003; Ocak
2004; Ocak
2005; Ocak
2006; Ocak
2007; Ocak
2008; Ocak
2009; Ocak
2010; Ocak
2011; Ağustos-Ocak
2012; Ağustos-Ocak
2013; Temmuz-Ağustos-Ocak

2001 ila 2010 yılları arasında en çok doğum yapılan ay Ocak olup 2011'den sonra da en çok doğum yapılan aylar içinde ön sıradadır. Kısaca yorumlamak gerekirse doğum ayı Ocak ayı.

Peki en az doğum yapılan ay acaba hangisi? Acaba orada tablo nasıl? 

Yıllar itibariyle en az doğum olan aylar:
2001; Aralık
2002; Aralık
2003; Aralık
2004; Aralık
2005; Aralık
2006; Aralık
2007; Aralık
2008; Aralık
2009; Aralık
2010; Aralık
2011; Aralık
2012; Aralık
2013; Aralık

Bu sonuçlara bakıldığında en az doğum yapılan ayın son onüç yıldır değişmediği ve Aralık ayı olduğu görülmektedir. 

Şimdi de ölüm sayılarına bakalım. 

Yıllar itibariyle en fazla ölümün olduğu aylar:
2001; Aralık-Ocak
2002; Ocak
2003; Ocak
2004; Ocak
2005; Ocak
2006; Ocak
2007; Ocak
2008; Ocak
2009; Ocak
2010; Ağustos
2011; Ocak
2012; Ocak
2013; Aralık-Ocak

Bu sonuçlara göre ülkemizde en fazla ölümün gerçekleştiği ay Ocak. 

Peki en az ölüm sayısının olduğu aylar hangileri? Şimdi de buna bakalım.

Yıllar itibariyle en az ölümün olduğu aylar:
2001; Eylül
2002; Eylül
2003; Eylül
2004; Eylül
2005; Eylül
2006; Eylül
2007; Eylül
2008; Eylül
2009; Eylül
2010; Şubat-Eylül
2011; Eylül
2012; Eylül
2013; Eylül

Ülkemizde en az ölümün gerçekleştiği ay da son 13 yıldır pek değişmemiş görünüyor: Eylül.

Sonuçlara kısaca yeniden göz attığımızda; en çok doğum yapılan ay Ocak, en az doğum yapılan ay Aralık; en çok ölüm sayısının olduğu ay Ocak, en az ölüm sayısının olduğu ay ise Eylül. Sonuçlar pek yoruma açıkmış gibi de durmuyor; kesin ve net. Öyleyse bunun üzerine ancak şu söylenebilir: Toplum olarak onyıllar itibariyle istikrarlı sayılabileceğimiz neredeyse hiçbir pozitif alan yokken, doğum ve ölüm sayılarındaki bu istikrar düşündürücüdür. Ama bilimin gelişmediği yerlerde sayıların da pek anlamı olmuyor. Bilimsel literatürde bu konularda yapılmış, Finlandiya benzeri bir araştırma bulmak maalesef mümkün olmadı. O nedenle yorumu sizlere bırakıyoruz. (Ayrıntılı rakamları merak edenler TÜİK'in sitesinden öğrenebilirler.)

Sosyal bilimlerdeki geri kalmışlığımızın nedeni nedir tam olarak bilemiyoruz ama kesin olarak bildiğimiz bir şey var: Askerden kaçalım derken profesör olduk! 

Faiz: Neden mi Sonuç mu?

11:22 Posted by Hacker62 , No comments
MAHFİ EĞİLMEZ
Enflasyon ve Çeşitleri
Fiyatlar genel düzeyinin sürekli artış halinde olmasına enflasyon diyoruz. İki önemli unsur var bu tanımda: Fiyatlar genel düzeyi ve süreklilik. Demek ki tanıma göre ilk olarak birkaç mal veya hizmetin fiyatının artması enflasyon olarak kabul edilmiyor. Enflasyondan söz edebilmek için mal ve hizmetlerden oluşan bir sepetin fiyatının artması gerekiyor. İkinci olarak da bu sepetin fiyatının sürekli artış içinde olması gerekiyor. Sepeti oluşturan mal ve hizmetlerin fiyatı bir kez artmışsa buna enflasyon değil fiyat artışı diyoruz.

Enflasyon niçin ortaya çıkar? Bu soruya verilen yanıtları iki grupta toplamak mümkün: (1) Talep, arzdan fazlaysa enflasyon oluşur. Yani mal ve hizmetlere yönelik tüketim talebi bu mal ve hizmetlerin üretilip arzedilen miktarından fazlaysa o zaman enflasyon olur. Buna talep enflasyonu diyoruz. (2) Üretimi gerçekleştirmek için kullanılan üretim faktörlerine yapılan ödemelerin (emek, kira, faiz, kar payı) veya üretimde kullanılan girdilere yapılan ödemelerin (örneğin enerji giderleri, hammadde giderleri vb) miktarı artarsa bu artışlar fiyatlara yansır ve enflasyon oluşur. Buna da arz enflasyonu ya da maliyet enflasyonu diyoruz.

Neden ve Sonuç İlişkisi
Eski bir tartışmadır: Yüksek enflasyon mu faizin yükselmesine yol açar yoksa yüksek faiz mi enflasyonu yükseltir? İki tarafı da savunanlar var. İktisatçı olmayanların çoğu yüksek faizin enflasyonu yükselttiği görüşüne daha çok eğilim gösterirler.

Enflasyonla faiz arasındaki ilişkiyi tam olarak yerli yerine oturtabilmek için her şeyden önce hangi tür enflasyonla karşı karşıya olduğumuzu anlamamız gerekir.

Monetarist iktisatçılar, Friedman’ın ünlü “enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur” sözünden yola çıkarak enflasyonu para arzındaki artışın yarattığını öne sürerler. Para arzının artması demek talebin de artması demektir. Talep artarsa fiyatlar yükselir ve enflasyon oluşur.

Arz yönlü iktisatçılar, enflasyonun daha çok yüksek vergiler, sıkılaştırılmış denetimler gibi etkiler sonucunda yükselen maliyetler nedeniyle maliyet enflasyonu kökenli olduğunu öne sürerler. 

Oysa enflasyon her iki etkiden de izler taşır. Yani bir ülkedeki enflasyon hem talep hem de maliyet kökenli unsurlar taşıyabilir.

Talep Enflasyonu Söz Konusuysa
Eğer talep enflasyonuyla karşı karşıyaysak yani arzdan fazla talep varsa ya da üretilen mal ve hizmet miktarından daha fazlası talep ediliyorsa fiyatlar yükselecek ve enflasyona neden olacak demektir. Bunu önlemenin yolu faizleri artırarak talebi düşürmek ve insanları tüketim yerine tasarrufa yönlendirmektir.

Aşağıdaki şekilde bunu gösteriyorum (FtED: Faiz talep Enflasyonu Doğrusu.)


Talep enflasyonu söz konusuysa şekilde görüldüğü gibi faiz ile enflasyon arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Faiz düşerse enflasyon artar yani enflasyon artarsa düşürmek için faizi artırmak gerekir. 

Maliyet Enflasyonu Söz Konusuysa
Eğer maliyet enflasyonuyla karşı karşıyaysak yani üretim unsurları ve girdilerinin fiyatları talep dışı nedenlerle artıyorsa (örneğin ücretler sendika baskılarıyla yükseliyor ya da enerji maliyetleri petrol ve doğalgaz fiyatlarının uluslar arası alanda artması nedeniyle yükseliyor ve bunlar da enflasyona neden oluyorsa) o zaman faizi arttırdığımızda enflasyon da artar. Çünkü faiz de bir maliyet unsudur (finansman maliyeti) ve buradaki artış enflasyonun daha da artmasına yol açabilir.

Aşağıdaki şekilde bunu gösteriyorum (FmED: Faiz maliyet Enflasyonu Doğrusu.)


Maliyet enflasyonu söz konusuysa şekilde görüldüğü gibi faiz ile enflasyon arasında doğru yönlü bir ilişki vardır. Faiz artarsa enflasyon artar ya da bir başka ifadeyle enflasyon artarsa düşürmek için faizi düşürmek gerekebilir.   

Hem talep hem de maliyet enflasyonu varsa
Eğer ekonomide talep enflasyonu söz konusuysa işimiz nispeten kolay demektir. O zaman faizleri artırmak suretiyle tüketimi yani talebi düşürme yoluna gideriz ve bu yolla da enflasyonu frenleyebiliriz. 

Eğer ekonomide sadece maliyet enflasyonu söz konusuysa işimiz yine kolay demektir. Faizlerde indirime giderek maliyetler üzerinde oluşan baskıyı biraz hafifletir ve enflasyonda düşüş sağlayabiliriz. Kuşkusuz bu hamlenin sonuç verebilmesi için diğer üretim girdilerinin fiyatlarındaki artışta bir durulma sağlanmış olması gerekir. 

Asıl sorun şudur: Hem talep enflasyonu hem de maliyet enflasyonu bir arada yaşanıyorsa ne yapmak gerekir?  

Burada yapılması gereken şey enflasyonun ne kadarının talep ne kadarının maliyet kaynaklı olduğunu ayırt ederek işe başlamaktır. Eğer etkiler yarı yarıya ise o zaman faiz aracını kullanmak fazla işe yaramayacak demektir. Böyle bir durumda faizi artırarak talep enflasyonu düşürmenin getirisi muhtemelen maliyet enflasyonunu artırarak ortaya çıkacak kayıpla giderilmiş olacak ve faiz boşuna yükseltilmiş olacaktır. Ya da tersine maliyet enflasyonunu düşürmek için yapılan faiz indirimi talep enflasyonunu azdıracağı için etkiler birbirini nötralize edecek sonuçta faiz düşerken enflasyon aynı düzeyde kalmaya devam edecektir.  

Aşağıdaki şekilde talep ve maliyet enflasyonunun bir arada yaşandığı bir ekonomideki enflasyon ve faiz dengesini gösteriyorum.


Talep ve maliyet enflasyonunun birlikte yaşandığı bir ekonomideki durumun başlangıçta yüzde 6 faiz oranı ve yüzde 5 enflasyon oranını temsil eden A noktasında olduğunu varsayalım. Diyelim ki ekonomi yönetimi faizi artırarak enflasyonu düşürmeye karar vermiş ve faizi yüzde 8’e çıkarmış olsun. Bu durumda talep yönlü enflasyonda yüzde 5’ten yüzde 4’e gerileme olurken maliyet yönlü enflasyonda yüzde 5’ten yüzde 6’ya yükselme olacak ve her ikisinin karmasından oluşan toplam enflasyon oranı değişmeden kalacaktır. Faiz artırımı, enflasyonu düşürücü yönde bir etki yapmayacak, ekonomi daha yüksek bir faiz oranında aynı enflasyon oranı üzerinde yeni bir denge noktasına ulaşmış olacaktır (B noktası.)

Eğer ekonomide yukarıda değindiğim gibi maliyet ve talep enflasyonu birbirine yakın ağırlıkta ise bu durumda faiz politikası işlevsiz kalacak yani bir işe yaramayacak demektir.

Faiz politikasını enflasyona karşı kullanırken ekonomideki talep ve maliyet enflasyonlarını ve bunların dengedeki ağırlıklarını iyi belirlemek gerekir. Aksi takdirde beklenmedik sonuçlar karşımıza çıkabilir.

Türkiye’de Durum
Türkiye’de 2014 yılında yıllık ortalama manşet enflasyon (TÜFE ile ölçülen enflasyon) yüzde 8,9 oldu (yılsonu enflasyonu yüzde 8,17 olmakla birlikte bu hesaplarda yıllık ortalama enflasyona bakılır.) Bu enflasyonun kökeni nedir? Talep enflasyonu mu yoksa arz enflasyonu mu yoksa her ikisin de bulunduğu bir karma enflasyon mu söz konusu? Bu soruya yanıt verebilmek için önce talebi etkileyen unsurlara bakalım.

Talep enflasyonu var mı?
İlk sorumuz para arzında talepte artış yaratabilecek bir yükselme oldu mu sorusu olacaktır. Para arzını çeşitli şekillerde ölçüyoruz. Geniş para arzına (M3) baktığımızda 2013 yılsonuna göre yüzde 14 dolayında bir artış olduğunu görüyoruz. Büyümenin yüzde 4 beklendiği bir yıl için yüzde 14 dolayındaki bir para arzı artışının makul karşılanması zordur. Para arzındaki bu 10 puanlık artışın talepte bir artışa neden olup olmadığını inceleyebilmek için talep cephesine bakalım. Öte yandan para arzındaki artış oranı aşağı yukarı kurdaki artışla örtüşüyor.      

Talepte bir artış olup olmadığını yanıtlayabilmek için ilk olarak tüketicilerin eğilimlerini izlediğimiz anketlere bakmamız gerekiyor. Bu anketlere baktığımızda talebin arttığını gösteren bir değişim göremiyoruz. Örneğin tüketici güven endeksi 2013 sonunda 75 iken 2014 sonunda 67’ye gerilemiş görünüyor. İkinci bir gösterge olarak hanehalklarının nihai tüketim harcamalarının GSYH içindeki payına bakıyoruz. 2013 yılında GSYH’nın yüzde 71,2’si hanehalklarının nihai tüketim harcamalarından oluşurken 2014 yılında bu oran yüzde 70,5’e gerilemiş görünüyor. Demek ki 2014’de talepte artış olmamış, tam tersine düşüş yaşanmış. Bunlara ek olarak Kalkınma Bakanlığı’nın Ekonomik Gelişmeler başlıklı raporlarında ve TCMB’nin Enfasyon Raporlarında iç talepte 2014 yılında elle tutulur bir kıpırdanma olduğunu gösteren bir saptamaya rastlayamadık.  

O halde 2014’de yaşanan enflasyonun, Para arzındaki artışa karşın, talep kökenli olduğunu söylemek mümkün görünmüyor.

Arz enflasyonu söz konusu mu?
Gelelim işin arz (maliyet) yönüne. Buradaki sorumuz şu olacak: 2014’de maliyetlerde artışa neden olan bir gelişme oldu mu? Yani üretim faktörlerinin gelirleri (ücretler, kiralar, faizler ve karlar) arttı mı? Üretimde kullanılan girdilerin fiyatları yükseldi mi? Kurlar arttı mı? Bu soruların yanıtları bizi Türkiye’de yaşanan enflasyonun arz enflasyonu olup olmadığına götürecek bizi. Bunlara tek tek bakalım. Ücretlerin, ortalama olarak, enflasyon kadar artış gösterdiğini ve bu şekilde enflasyona katkı yaptığını genel olarak söyleyebiliriz. Ne var ki ücretler geçmiş enflasyona göre artırıldığı için gelecek enflasyonu artırıcı yönde katkı yapabilmesi için geçmiş enflasyonun üzerinde artmış olması gerekiyor. Ücretlerde bu tür istisnalar olsa da genel olarak ortalama ücretlerin geçmiş enflasyona göre ayarlandığı için ücretlerin enflasyona katkısının sınırlı kaldığını düşünüyorum. Kurlardaki artış için sepet kura (½ USD + ½ Euro) bakıyoruz. 2013 yılı sepet kurun ortalaması 2,31 iken 2014 yılında 2,55 olmuş. Yani yüzde 10’un üzerinde artış sergilemiş. Faizlerdeki artış da aynen kurdaki artış gibi yüzde 10’un biraz üzerinde gerçekleşmiş.

Şimdi de bu giderlerin toplam firma maliyetlerindeki ağırlıklarına bakalım. Aşağıdaki tablo Yüncüler ve Öğünç’ün, Firma Maliyet Yapısı ve Maliyet Kaynaklı Enflasyon Baskıları, TCMB Çalışma Tebliği No: 15/3 adlı çalışmalarından alınmıştır. Bu tablonun hazırlanmasında yazarlar, 20’den fazla işçi çalıştıran firmaları hesaba katmıştır. Hesaba aldıkları firma sayısı 38.997’dir. Hesaplamayı, 2006 – 2011 yılları ortalamasını esas alarak yapmışlardır.)

Maliyet Kalemleri
Giderlerin Ağırlığı (%)
Personel giderleri
23,6
Hammadde giderleri
41,5
Elektrik giderleri
2,0
Yakıt ve akaryakıt giderleri
3,6
Kira (bina + makine, teçhizat kiraları)
3,1
Finansman giderleri (faizler, komisyonlar vd)
3,6
Faaliyetle ilgili diğer giderler
15,2
Diğer
7,4
Toplam
100,0

Görüleceği üzere Türkiye’de tarım dışında (sanayi, hizmet ve inşaat sektörleri) yer alan firmalarda maliyetlerin ağırlığı hammadde ve personel giderlerinde toplanmaktadır. Demek ki fiyat artışlarında en etkili iki kalem hammadde (yani girdi) fiyatları ve üretim faktörlerinden emeğin fiyatı olan ücretlerdir. 2014 yılında ücretlerdeki artışın enflasyon düzeyinde olduğunu, buna karşılık hammadde fiyatlarındaki artışın kurlardaki artış da dikkate alındığında en az yüzde 10 dolayında olduğunu hesaplıyoruz. Elektrik giderleri, yakıt ve akaryakıt giderleri kalemlerini de hammadde gibi kurla yakın ilişkili kalemler olarak düşünmek gerekir.  

Finansman giderlerinin toplam maliyetler içindeki payı sadece yüzde 3,6’dır. Bunun tamamı faiz değildir. Yaklaşık 0,5 puanı diğer giderler olduğu düşünülmektedir. Demek ki faizin toplam maliyetlerdeki payı yüzde 3’ten ibarettir. 

Kur ile faiz ilişkisi
Türkiye gibi yüksek dış finansman ihtiyacı olan ekonomilerde yabancı paraların yerli para ile olan ilişkisi büyük ölçüde faiz - risk dengesiyle belirleniyor. Eğer bu tür bir ekonomide riskler yüksekse (yani örneğin cari açık yüksek, dış finansman ihtiyacı yüksek, siyasal belirsizlikler söz konusu, mali disiplinde sorunlar varsa) o zaman yabancı para çekebilmek için faizlerin yüksek tutulması gereği vardır. Aksi takdirde dış finansman girişi azalır ve kurlar yükselir. Kurlar yükselince riskler yükselir, dış finansman kaynaklarının gelmesi azalacağı gibi içeridekiler de dışarı çıkmaya başlar. Kurların yükselmesi yukarıda ayrıntısıyla değindiğim gibi enflasyonun yükselmesine yol açar. Dalgalı kur rejimi uygulayan açık bir ekonomide paranın iç değeriyle dış değeri birlikte hareket eder. Yani enflasyon oluşmuşsa paranın dış değeri de düşer ya da paranın dış değeri düşmüşse enflasyona yol açar. Bu durumda tek çözüm faizi yükselterek dış finansman için yeniden çekim alanı yaratmaya çalışmaktır. Böylece yabancı kaynaklar içeri çekilmiş ve kurlar düşürülmüş, enflasyon da denetim altına alınmış olur.  

Sonuç
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan çıkardığımız ilk sonuç 2014 yılında Türkiye’de yaşanan enflasyonun ağırlıklı olarak yüksek kur ve yüksek petrol fiyatlarının yarattığı maliyet artışlarından kaynaklandığı sonucudur. İkinci olarak faiz giderlerinin, toplam maliyetler içindeki payının düşüklüğüne bakarak tek başına enflasyona neden olmasının mümkün olmadığını net bir biçimde söyleyebiliyoruz. Vardığımız bu ikinci sonuç, ‘yüksek faizin enflasyona neden olduğu’ biçimindeki tezin yalnızca bir şehir efsanesinden ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Bu iki bulguyu birleştirerek ulaştığımız üçüncü sonuç; TCMB’nin, 2014 başında faizi artırarak kuru denetim altına almasının 2014 yılının bu enflasyon oranıyla bitmesini sağladığı şeklindedir. Bir başka ifadeyle eğer TCMB, yılın ilk ayında politika faizini yüzde 4,5’dan yüzde 10’a çıkarmasaydı 2014’ü büyük olasılıkla çok daha yüksek bir enflasyon oranıyla bitirecektik. Tabloda yer alan hammaddelerin çoğunun, elektriğin bir bölümünün, yakıt ve akaryakıtın neredeyse tamamının ithal malı olduğunu ve kurla fiyatlandığını dikkate aldığımızda gördüğümüz budur.

İster beğenelim ister beğenmeyelim ekonomi bir bilimdir. Ve her bilim gibi objektif bir takım dayanakları vardır. Bilimden biraz daha uzak olan bu objektifliği subjektif isteklere göre biçimlendirmeye çalışan ekonomi politikasıdır. Onun için ekonomi, bilim olarak tanımlanırken ekonomi politikası, bilimle sanatın karışımı olarak tanımlanıyor. Bana sorarsanız ekonomi bilimini oluşturan bilim ve sanat ikilisinin yanına siyaseti de katmak gerekiyor. Bugün yaşadığımız sorunların sorumlusu ekonomi bilimi değildir. Sorun, ekonomi bilimi, siyaset ve sanatın bir araya gelmesiyle oluşturulan ekonomi politikasında, ağırlığın ekonomi bilimi yerine siyaset ve sanata verilmesinden kaynaklanıyor. 

MAHFİ HOCADAN ALINTIDIR.